24 Aralık 2012 Pazartesi

Halil Cibran / İnsanlar vardır;


İnsanlar vardır; üstü nilüferlerle kaplı, bulanık bir göl gibi. 
Ne kadar uğraşırsanız görünmez dibi. 
Uzaktan görünüşü çekici, aldatıcı;

içine daldığınızda ne kadar yanıltıcı.
Ne zaman ne geleceğini bilemezsiniz. 

Sokulmaktan korkarsınız.
Güvenemezsiniz.

İnsanlar vardır; derin bir okyanus.
İlk anda ürkütür, korkutur sizi.
Derinliklerinde saklıdır gizi.
Daldıkça anlarsınız, daldıkça tanırsınız.
Yanında kendinizi içi boş sanırsınız.

Halil Cibran

Epiktetos / Bilgelikle Yaşama Sanatı


Bilgelikle Yaşama Sanatı
Size sözlü saldırı, ya da eleştiri yapıldığında korkmayın...
Yalnızca ahlaki olarak zayıf kişiler böyle durumlarda kendilerini savunma ve ötekilere anlatma çabası içine girerler...
Bırakın sizin için yaptıklarınızı konuşsun...
Biz başkalarının bizim hakkımızda oluşturdukları izlenimleri kontrol edemeyiz...
Ve böyle bir kontrol çabası içine girmemiz, bizim karakterimizin değerini düşürür...
Dolayısıyla eğer birisi size belirli bir kişinin sizinle ilgili eleştirel bir şekilde konuştuğunu söylerse, sıkıntılı bir tavırla mazeretler ileri sürüp kendinizi savunmayın...
Yalnızca gülümseyin ve zannederim bu kişi benim başka hatalarımın da olduğunu bilmiyor...
Bilseydi bu kadarından bahsetmezdi...

Epiktetos - Düşünceler ve Sohbetler

8 Eylül 2012 Cumartesi

Biz neden hayattan kaçıp kitaplara sığınırız?
Dünya sahtekarlarla doludur “azizim”; insanlar samimi değildir, 

herkes birbirini kırar, incitir. Bizim o koca koca kitapları devirmemiz, 
iki satır samimiyet bulabilmek içindir.

Ömer Faruk Dönmez

6 Eylül 2012 Perşembe

Kendine güvendiğin için yalancı değilsin. Yalan dolan bilmediğin için yalan karşısında yenileceksin. Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuş, doğru yalnızdır. Yalanın geleneği var, senin doğrunun her gün yenid
en yaratılması gerek. Her gün bir şafak çiçeği gibi yeniden açması gerek. Sen yenileceksin. Yenilmenin tadına varacaksın. Doğru yenilmeli. Yenilmeyen doğru yenmiş sayılmaz. Doğru yenile yenile öyle keskin bir hale gelmeli ki.. Yüz bin yıl su altında, yıkanmış, düzelmiş çakıltaşı gibi.

Yaşar Kemal  - Teneke  

29 Haziran 2012 Cuma

Hayatın bize çizdiği yol, özgürlük ve güzelliklerle dolu olabilir, ama biz bu yolu yitirdik. Hırs insanların ruhunu zehirledi, dünyayı bir nefret çemberine aldı. Hepimizi kaz adımlarıyla sefaletin ve savaşların içine sürükledi. Hızımızı art...ırdık, ama bunun tutsağı olduk. Bolluk getiren makineleşme bizi yoksul kıldı. Edindiğimiz bilgiler bizi çıkarcı yaptı, zekamızı da katı ve acımasız. Çok düşünüyoruz, ama az hissediyoruz. Makineleşmeden çok insanlığa, zekadan çok iyilik ve anlayışa gereksinmemiz var. İnsancıl değerlerimizi koruyamazsak hayat korkunç olur, hep yitiririz.

Charlie Chaplin
Cehalet bizi boğuyor artık... 
Eskiden zalimin zulmü vardı, şimdi cahilin zulmü! 
Yalnız cehalet değil, cehalet ve kötü niyet karması, 
bu ülkedeki her vicdanlı, iyi niyetli, kaliteli insanı boğuyor artık. 
Bir yanda körkütük cahil kötü niyet, bir yanda hoyratlık, sevgisizlik, düşmanlık ortamı... 
Bir şey oldu bu insanlara, kimse kimseyi sevmez oldu. 
Sinsi, bir tür nefret başını çıkardı bütün duyguların arasından. 
Alaycılık bütün üslupların arasında belirginleşmeye başladı. 
Sadece ezberletilen şarkıları söyleyebilenler ortalıkta. 
Sevmeden aşık olanlar, kavga etmeden yenenler, 
cin olmadan adam çarpanlar yeni kurallar koydular sanki 
ve kaptırdı insanlar kendini bu düzene..

Meral OKAY

Platon / Devlet

Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir.

Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar.

Platon / Devlet

26 Haziran 2012 Salı

Erich Fromm / Sevme Sanatı


Sevme Sanatı


Sevdiğinle yaşamak güzel; ama yaşam zordur.
Uğraş ister birliktelik ve çiçek gibidir sevgi...
Bilin ki, sevginin can suyudur ilgi.
Kavga olacak doğal ki.
Sözcükler yüreğini delmezse, hoştur dövüş sonrası barış...
Kişilikte olursa yarış, kim kimi sindirirse kazanır sanmayın.
Böylesi yarışta kaybeden, kaybeder. Kazanan da kaybeder.
Yaşamı paylaşmak, sevgiyi paylaşmaktır. Anlaşmaktır.
Vermeden alınamaz tek şeydir mutluluk.
Önce ver; sonra al...
Aldığını vermek, ödeşme; verdiğini almak, haktır.
Sevgi sıcak yataktır.
Sıcak uyumak, yatağında dokunmaktır sevdiğine.
İnanın; çok zordur dokunmak, istemediğin bir tene!


Erich Fromm 

21 Haziran 2012 Perşembe

Pablo Neruda / Ağır Ölüm

Ağır Ölüm


Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar,
her gün aynı yoldan yürüyenler,
yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler,
giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler,
tanımadıklarıyla konuşmayanlar. 

Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar,

beyaz üzerinde siyahı tercih edenler,
gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren 
ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran 
bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler..

Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler,

bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar,
hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.

Ağır ağır ölür 

yolculuğa çıkmayanlar,
okumayanlar, 
zik dinlemeyenler, 
gönlünde incelik barındırmayanlar.

Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler,

kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler,
ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar,
daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler,
bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar,
bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.

Deneyelim ve kaçınalım 

küçük dozdaki ölümlerden,
anımsayalım her zaman;
yaşıyor olmak 
yalnızca nefes alıp vermekten 
çok daha büyük bir çabayı gerektirir.

Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır 

bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.

Pablo Neruda 

Çeviren: İsmail Aksoy 



13 Haziran 2012 Çarşamba

Kılıflı Adam / Çehov

İnsanların nasıl yalan söylediklerini görür, işitirsin!...
Bu yalanları yuttuğun için de sana budala derler... 
Hakarete, horlanmaya tahammül etmek, namuslu, hür insanlardan yana olduğunu açıkça söyleyememek, gülümsemek, yalan söylemek zorunda kalmak; bütün bunları da bir lokma ekmek, sıcak bir köşe, küçücük bir memurluk hatırı için yapmak... 
Hayır, hayır, artık böyle bir hayat, daha fazla yaşanamaz!

Kılıflı Adam / Çehov

15 Mayıs 2012 Salı

MUSTAFA MUTLU / YAŞLILAR GÜNÜ

“Pencereyi açar mısın, daraldım” dedi yaşlı kadın, karşısındaki koltukta oturmuş gazete okuyan orta yaşlı bakıcı kadına...

Bakıcı kadın gazete keyfine limon sıkılmasının verdiği keyifsizlikle, “Tamam, açirem” diye söylendi.

Sonra bir hışı...mla önce tülü çekti, sonra pencereyi sonuna kadar açtı.

“Sinekliği de kaldır, gökyüzünü engelsiz görmek istiyorum” diye seslendi kadın yattığı yerden...

Bakıcı, denileni yaptı. Tam eline televizyon kumandasını alıyordu ki, kesin bir sesle “Hayır” komutu geldiğini duydu:

“Hayır, Sadakat... Sakın!”

Bu kez gülümsedi Sadakat, yatakta ince bir battaniyenin altında sırtüstü yatan kadının gözlerine şefkatle baktı. Gülümseyerek mırıldandı:

“Her sene aynı şeyi yapırsen...”

“Ne yapıyorum?” diye anlamazlığa vurdu kadın.

“Ne vakit Analar Günü olsa, kendini de beni de üzürsen...”

“Hiç alakası yok” diye kestirip atmak istedi kadın, başını ters tarafa çevirdi.

“Öyle dersin ama bak televizyayı bile açtirmırsen...”

Yanıt vermedi kadın...

“Her Analar Günü’nde böyle yapırsen” diyerek söylendi Sadakat, mutfağa geçti.

***


Sadakat’in ardından, baktı kadın...

“Çok bilmiş” diye geçirdi içinden...

“Her Analar Günü’nde böyle yapırsen...”

Bu cümle kulaklarında uzun süre yankılandı...

“Bir de kızıyorum. Haksız mı yani kadın?” diye kendisine öfkelendi bu kez...

Yetmiş sekiz yaşındaydı ve hayatta tek başınaydı...

Annesinin babasının tek evladıydı. Evlenmemişti... Hısım akraba da hayata veda edince böyle bozkırdaki çınar gibi tek başına kalmıştı.

Önceleri çok hoşlanmıştı yalnızlıktan...

Hatta annesi babası hayattayken, kendi parasını da kazanmaya başlayınca nasıl da ısrar etmişti ayrı eve çıkmak için...

Babası “Sen bilirsin” demişti ama annesi direnmiş, “Ben seni bu evden telinle duvağınla göndermek istiyorum” diye tutturmuştu.

Basit bir anne-kız kavgasını bahane edip, bir gece yarısı ayrılmıştı baba evinden...

Artık sadece kendisine ait bir dünyası olacaktı.

Öyle de oldu zaten...

Kiraya taşındığı evi, yirmi yıl sonra satın aldı ve başka bir yere taşınmayı da asla düşünmedi.

Bakkalıyla, kasabıyla, mahallelisiyle akraba gibi yaşadı yıllarca... Ama şu son dört yılda yatağa bağlanıp kalınca, onların hiçbir anlamı olmadığını anlamaya başladı.

Zaten sevdiği komşular da tek tek öbür dünyaya göçmeye başladı, direnenler ise onun gibi kımıldayacak halde değildi.

Birkaç flörtü olmuştu zamanında ama... Onlarla evlenmeyi asla düşünmemişti... Gerçekten âşık olduğu, evlenmeyi düşünebileceği adam ise evli çıkmıştı... Bu yüzden ne kadar çok istese de hatta zaman zaman saplantıya dönüştürse de çocuk sahibi olamamıştı.

***


Allah’tan Sadakat vardı. Ev işlerini yapmakta zorlanmaya başlayınca internetten bulmuştu onu.

Azerbaycanlı’ydı ve o da 50’sini çoktan gerilerde bırakmıştı.

Kocası inşaattan düşüp ölmüş, ardından iki oğlu da evlenip kendi yuvalarını kurmuştu.

Türkiye’ye gidip hasta bakıcılığı yapan bir komşusundan duymuştu bu ülkede çok para kazanıldığını...

Yemeye, içmeye, barınmaya para harcanmadığını, bir de ayda 700 Euro maaş aldığını söylemişti komşusu...

Para çok da umurunda değildi ama genç kızlık hayaliydi İstanbul onun...

Saatlerce fotoğraflarına bakar, bu büyük kentte yaşayan soydaşlarının ne kadar şanslı olduğunu düşünürdü.

Hemen kararını vermişti; İstanbul’a gidecekti.

Türkiye’de iş olanağı sağlayan bir internet sitesine kaydoldu ve beklediği teklif, bir saat içinde geldi.

Emekli bir kadın öğretmen, kendisine hayat arkadaşlığı yapacak Azeri bir kadın arıyordu. Tek şartı vardı:

“Yalan söylemesin yeter!”

O da nefret ederdi yalandan. Hemen yazıştılar ve bir hafta sonra kendisini Atatürk Havalimanı’nda buldu. Tam dokuz yıldır da bu kentte, bu evdeydi...

***


Elinde beyaz bir fincan ve bir bardak suyla göründü Sadakat...

“Adaçayı, limonlu” dedi gülerek...

“Sadakat, özür dilerim kızım” dedi yaşlı kadın, “Kalbini kırmak istemedim...”

Yine gülümsedi Azeri kadın, gitti yataktaki kadının elini tutup yanağından öptü.

Konuşmadılar uzun süre...

“Aç televizyonu” diye seslendi yaşlı kadın bir süre sonra...

Şaşkın gözlerle baktı Sadakat:

“Eminsen?”

Eminim, eminim.

En çok izledikleri kanalı açtı kadın...

Yaşlı bir kadın ağlıyordu ekranda... Yanındaki kanepede bir genç kadın oturuyordu. O da hüzünlüydü...

Bir de oğlu varmış kadının, beş ay önce kara haberi gelmiş sınırdan. Şehit olmuş.

“Allah bana kızımı bağışlasın” diye ağlıyor ve durup durup sarılıyordu genç kadına, ekrandaki yaşlı kadın...

***


Kapının çalan ziliyle yerinden sıçradı Sadakat...

“Hayırlar ola, kimdir ki?”

“Kapıcıdır” diye geçirdi içinden yaşlı kadın... Kim gelecekti ki?

Sonra Sadakat’in neşeli çığlığı duyuldu koridordan...

Meraklandı, “Kimmiş?” diye seslendi.

Yanıt gelmedi.

Tam yeniden bağırmaya hazırlanıyordu ki; başının arkasından kocaman bir gül buketinin yüzüne doğru uzatıldığını gördü...

Sonra “Müzeyyen anne, biz geldik” diye atıldı üzerine genç ve güzel bir kadın...

Başını sağına çevirip baktı Müzeyyen Hanım, salon bir anda dolmuştu:

Yaşadığı ilçedeki Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin yöneticisi dört kadın, Müzeyyen Hanım’ın bir yıldır burs verdiği iki kız çocuğunu alıp, “Anneler Günü”nü kutlamaya gelmişti...

Gözleri doldu Müzeyyen Hanım’ın, Sadakat’i aradı bakışlarıyla ve güldü:

“Hadi, kapat televizyonu... Misafirlerimize sor bakalım ne içerlermiş...”

***


Anne olan ya da olamayan tüm kadınların ve elbette Müzeyyen Hanım Teyze ile Sadakat Abla’nın Anneler Günü’nü tüm kalbimle kutlarım.

*****


Günün Sorusu

Sorum, bugün annelerine sarılıp, yumuşacık yanaklarını, damarlı ellerini öpebilen bütün çocuklara:

Ne kadar şanslı olduğunuzun farkında mısınız?

MUSTAFA MUTLU
Toplantıya gideceğim. Baktım geç kalma ihtimalim var, bindim bir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor ben dinliyorum. Tam işyerinin önüne geldik. Ankara’da Bakanlıklar. Diyelim ki, taksi parası 9.75 TL tuttu, ben 10 TL uzattım. Hani... hepimizin yaşadığı sahne vardır ya! taksici üstünü arıyormuş gibi yapar, siz de para üstünü alabilmek için bir ayak dışarda, inmemek için debelenirsiniz. Ta...m o sahne olacak. Şoför, para üstü var mı diye aranmaya başladı.

“Üstü kalsın kardeşim.” dedim.

Döndü bana doğru:

“Vaktin varmı ağabey?” dedi.

“Evet” dedim (tek ayağım hala dışarda).

Dörtlülere bastı, trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. Önde bir büfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. Bana 25 Krş uzattı. Belli ki para bozdurmuş.

“Birader” dedim, “9.75 değil, 10.50 yazssa istermiydin 50 krş. benden?”

-Ne alacağım ağabey 50 krş.u

-Peki niye gittin 25 krş. için o kadar uğraştın, üstü kalsın demiştim.

Döndü bana, attı kolunu arkaya :

-Vaktin varmı ağabey?

-Var.

-Çek kapıyı o zaman.

Muhabbetçi bir taksici ile karşı karşıyayız.

5 dk. konuştuk. İngiltere’de profösüründen, bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin 5 dk.da öğrettiklerini, İngiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler.

Ağabey biz Keçiören’de 5 kardeşiz. Babam renberdi benim, günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa, biz eve gelişinden, yüzünden anlardık. Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize”Durun kalkmayın!” derdi. Önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.

“Aha” dedim, “Bizim meslek”, seminerci.

- Ne anlatırdı baban?

- Hayattta nasıl başarılı olunur?

O gün inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklara hayatta başarı teknikleri anlatıyor.

-Babam işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantalonun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp “Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın!” diye anlatırken, biz de gülerdik. Annem kızardı, “Babanızla alay etmeyin. O, hem dürüst hem de çalışkandır.” derdi. Yan evde iki kardeş var, onların babası zengin. Babaları birahane işletiyor, ama adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim yeni hiçbir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullandık. O amca mahalleden geçerken biz 5 kardeş ayağa kalkardık çünkü bize bahşiş verirdi. Babam eve gelince ayağa kalkmazdık. Çünkü hediye, para falan hak getire. Ağabey biz babamı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü, yandaki baba iki çocuğa 5 katlı bir apartıman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyor musunuz?

-Ne bıraktı?

-Bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı : “Evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın…” falan filan. Ağabey aradan 15 yıl geçti, diğer 2 kardeş cezaevindeler, ne ev kaldı ne birahane. Ailesi dağıldı.

Biz 5 kardeş, beşimizin Keçiören'de taksi durağında birer taksisi var, hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var. Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki :

“Asıl mirası bizim baba bırakmış.”

Hepimiz ağladık. 5 kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri, taksimetrenin yazmadığı 10 krş.u evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah’a şükür.

Çok duygulandım, veda ettim, tam ineceğim:

-Dur ağabey, asıl bomba şimdi.

-Nedir bomban?

-Nerede oturuyoruz biliyor musun? O iki kardeşin oturduğu 5 katlı apartmanı biz aldık. 5 kardeş orada oturuyoruz.

Evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.