24 Şubat 2013 Pazar

Japonlarda Din Kitabı ve Peygamber Yok

Japonlar herhangi bir din kitabı ve peygamberi olmayan bir toplum! 

Bizde gündeme getirip tartışan yok ama, Batı dünyası, hele de Katrina kasırgasının ardından yaşadıklarını unutmayan Amerikalılar şaşkınlıkla izliyor Japonları.
Aslında en çok bizim üzerinde düşünüp tartışmamız lâzım.
O kadar büyük bir felâket yaşadılar, görüntülerde başı kesik tavuk gibi sağa sola saldırırcasına koşuşan yok. 
Salya sümük ağlaşıp Nerede devlet? Yardım isteriz, şunu isteriz, bunu isteriz diye cazgırlık eden yok.
Yardım dağıtım noktalarına saldıran yok. 
Raflarında çok sınırlı miktarda mal kalmış olduğunu bilmelerine karşın dükkânlar önündeki kuyrukları bozup da cam çerçeve kırarcasına kapılara saldıran da yok, yağmalamanın görülmemesi, Katoliklere ait bir web sitesinde "Japonlar Hristiyan olmamasına karşın nasıl bu kadar ahlâklı olabiliyor?" sorusu ortaya atılmış. O soruyu sormak Hristiyanlara mı düşer? Sorsak biz sorarız. Gerçekten, peygambersiz ve kitapsız Japon toplumu nasıl bu kadar üst düzey insanî nitelikler gösterebiliyor?
Bir uzmanın açıklaması şöyle: 
Japon ahlâkı, günah ve günah anlayışından kaynaklanan korkuya değil, çevreden utanma temeline dayanır.

Örf ve Ananeye dayalı asla vazgeçmedikleri aile terbiyesi . 
Ahlâklı olmak için asgariden bir adet peygamber bir adet de din kitabı gerekmediğini uygulamalı olarak ispatladılar.



20 Şubat 2013 Çarşamba

Doğan Cüceloğlu / Dilenciye Verilen Bir dolar

Dilenciye Verilen Bir dolar

Tatil için gittikleri beldede çocuklarıyla yürürken dilenci babadan para istiyor. Baba cebinden bir dolar çıkarıyor ve vermeden önce, “Umarım sana yararlı bir şey için harcarsın; senin duruşun, bakışın istersen bunu yapabileceğini gösteriyor,” diyor. Dilenci “Allah senden razı olsun, karnım aç, bu parayla kendime ekmek alacam,” karşılığını veriyor. Baba, “Sana inanıyorum ve sana iyi bir gün diliyorum,” deyip oradan uzaklaşıyor.

Bir süre sonra, 14 yaşındaki kızı, “Baba, adam sana yalan söylüyor; ben anladım, sen anlamadın mı? O parayla gidip ucuz şarap alacak ve içecek. Sen o adamın alkolik kalmasına yardımcı oluyorsun, bunu nasıl yapabilirsin?” diye soruyor.

Babası, “Evet, kızım haklı olabilirsin. O adam muhtemelen gidip içki alacak, ama her zamanki kadar rahat alamayacak, bir yerinde biraz rahatsızlık duyacak. ”diyor.

Sonrasında aralarında şöyle bir konuşma geçiyor:

- Bunun ne önemi var baba, netice itibariyle yine bir şarapçı olarak sokaklarda dilenmeye devam edecek. Sen verdiğin parayla onun şarap içen ve sokakta yaşayan bir adam olmasına yardım etmiş oluyorsun.

- O insanın kaybettiği şeyin ne olduğunun farkındayım. O insan, kendi gözünde itibarını kaybetmiş. Kendi gözünde onurunu geri kazanıncaya kadar bir gayret göstermeyecektir. Gördüğün gibi ben onun gözüne bakarak konuştum, para verirken onu konuşulacak, dikkate alınacak, değer verilecek, gözüne bakılacak haysiyetli biri olarak gördüm ve bunu sözümle ve tavrımla ifade ettim. Ve bu o bir dolardan çok daha önemli bir hediyedir.

- Ama ne işe yaradı ki?

- Siz gördünüz ve şimdi bu konuşmayı yapıyoruz. Günde beş kişi o insanın gözüne baksa ve gerçekten ona haysiyetli bir insan gibi davransa, zaman içinde o kişi, kendine saygı duyar ve ona göre bir hayat oluşturur. Hayat öyküsünün bir yerinde, çok muhtemelen çocukluğunda ya da ergenliğinde, onun doğuştan hakkı olan onuru ondan çalındı. Onurunu kaybetmiş bir insanın içi boştur; iç boşluk insana çok çok acı verir; o bunu şarapla unutmaya çalışıyor.

- Yani ben sokaktaki dilencilere onurlu insanlarmış gibi mi davranayım?

- Sokaktaki dilenci olsun ya da olmasın, bilmeni istediğim şu: Bir insana verebileceğin en değerli şey, onu itibarlı, onurlu, değerli biri olarak görmendir.

- Peki, bundan benim kazancım ne?

- Her insanın doğuştan Allah vergisi olan onuruna saygı duyduğun zaman kendi özüne olan saygın sağlamlaşır. Hiç kimse senin onurunu senden çalamaz.

Baba on dört yaşındaki kızı ile konuşurken sekiz yaşındaki oğlu ve on yaşlarındaki kızı da bu konuşmayı dinlemekteydiler.

Ertesi gün, sekiz yaşındaki oğlu, “baba bugün bana biraz daha fazla harçlık verir misin”, diye sorar. Baba “ne kadar fazla” diye sorduğunda, “bir dolar”, cevabını alır. Baba çocuğun istediği parayı verir.

Büyük kız, erkek kardeşinin bir sokak dilencisiyle yapmış olduğu konuşmayı babasına akşam şöyle anlatır: “Dilenciye yaklaştı ve ‘İyi günler Bayım; size bir dolar vermek istiyorum, kabul eder misiniz?’ Şaşkınlıkla çocuğa bakan dilenci, elini uzatınca, ‘Bu parayı yararlı bir şey için harcayacağınıza inanıyorum. Sizin iyi bir insan olduğunuzu gözlerinizden anlıyorum. Size inanıyorum ve size iyi bir gün diliyorum,’ dedi ve parayı verdi.”

Baba soruyor, “Peki, adam ne yaptı?”

“Onun için anlatıyorum, Baba, inanamazsın; adam para elinde heykel gibi orada bir süre dondu kaldı. Biz yürüdük, gittik. Bir süre sonra geri dönüp baktığımda, onu yere çömelmiş ve başını iki elinin arasına almış vaziyette gördüm. Çok etkilenmişe benziyordu.”

Bu anlattığım Shmuley Boteach’ın çocuklarıyla başından geçmiş gerçek bir öykü¹ . Bu yazıyı yazarken kendi başımdan geçen bir olayı hatırladım: Los Angeles’ta bir yaz sabahı deniz kıyısında kumsalda yürüyüşte parkta gecelemiş iki “evsiz” gördüm ve onlara para vermek istedim. Yanlarına gittim ve her birine 10’ar dolar vermek istediğimi ve lütfen kabul etmelerini söyledim. İnanamaz gözlerle, ‘nereden çıktı bu, neden?’ gibime yüzüme baktılar. “Sabah sabah gidin sıcak bir çorba için,” dedim. Yüzüme tuhaf tuhaf baktılar ve biri, “Çorba yerine sıcak kakao içsem, olur mu?” diye bana sordu.

O zaman iki şeyin farkına vardım: Bir, Amerika’da sabah kahvaltısında çorba içmek geleneği yoktur ve iki, sıcak kakao içmek için adam benden izin istiyor, bana karşı dürüst davranmak istiyor, söz verip sözünü tutamaz duruma düşmek istemiyor.

Onurlu bir insanla konuşmuştum; şimdi daha iyi anlıyorum.

Alıntı: Doğan Cüceloğlu (18/02/2013)
Shmuley Boteach, 10 Conversations You Need To have With Your Children, Regan Books, 2006. (s. 90-91)

9 Şubat 2013 Cumartesi

Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika'ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık. Han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Milletin derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer!

Sabahattin Ali
 

5 Şubat 2013 Salı

Can Yücel / Aşklar da Ayakkabılar Gibidir

Aşklar da Ayakkabılar Gibidir

Bedenin yükünü ayaklar taşır, ruhun yükünü yürekler... 

Bütün ağırlığınızı ve yorgunluğunuzu kaldıran ayaklarınız için rahatlığı ve şıklığı bir arada barındıran ayakkabıyı seçersiniz. 

İçinizin acılarını,sıkıntılarını,kırgınlıklarını ve hayallerini yüklenen yüreğiniz için de huzur verici ve "güzel" bir aşk ararsınız.

Zaten aşklar da ayakkabılar gibidir...

Bazıları çamur yağmur, toz toprak kar buz gibi her türlü "kötü hava" koşullarına dayanıklıdır.

Bazıları ise ummadığınız kadar kısa zamanda çabucak "yamulur" ilk yağmurlu havada "altı açılır" veya güzel havalarda bile "iki günde bozulup" gider.

Aşkları da ayakkabılar kadar "itinayla" seçmezseniz,tıpkı ayağınızda olduğu gibi yüreğinizde "nasır" oluşabilir.

Dar gelen bir ayakkabıyı sadece tarzını beğendiğiniz için "zamanla açılır" diyen satıcıya inanarak alırsanız, zaman içinde ayak kemiklerinizde "deformasyon" başlar.

Ruhunuzu daraltan bir aşk içinde yalnızca fiziksel beğeniye kapılıp "zamanla düzelir" diyenlere kanarsanız, yine zamanla içinizdeki olumlu duyguların "çarpıldığını" görebilirsiniz.

Aşık olabileceğiniz insan türü, tıpkı ayakkabılar kadar değişik stillerde, farklı kalitelerde ve sayısız "renktedir"...

Aşkı bir çeşit serüven olarak "spor" gibi yaşayanlar, aynen "spor ayakkabı" gibi dikkat çekici ve rahat kişileri bulurlar.

Tersine aşkta tutucu ve istikrarlı olmayı benimseyenler "klasik ayakkabı" gibi muhafazakar çizgiler taşıyanlara tutulurlar.

Dekolte ayakkabılar gibi sadece cinsellik ve eğlence zevkleriyle ateşlenen aşklar vardır.

"Bez" ayakkabılar gibi kısa ömürlü "tatil aşkları" ise hemen herkesin kişisel tarihinde mevcuttur.

"Marka" ayakkabı alır gibi, sevgilinin kariyerine ve maddi durumuna "tutulan" aşıklar görürsünüz.

Katı plastikten "yağmur çizmesi" edinir gibi mantık süzgecinden geçirip "işe yarar" biçimde yaşamak isteyenleri de bilirsiniz.

Ayrıca ne tuhaf ki, psikolojik testlerde "zaafı" olup evine sayısız çeşitte ayakkabılar yığan insanların aynı
zamanda "değişik" türde aşklara da zaafı olduğu söylenir.

Evet, aşk "ayakkabıdır".

Aynen ayakkabınıza bakım yapmayıp "hor" kullandığınız zaman kolayca eskittiğiniz gibi, aşkınıza da dikkatli davranmayıp özen göstermediğiniz zaman kısa sürede "eskitirsiniz".

Ve nasıl ki "delik" bir ayakkabıyı tamir ettirdiğinizde yalnızca "bir miktar" ömrünü uzatmış olursanız; "delik" bir aşkı onarmaya kalkıştığınızda da "asla eskisi gibi olmayacaktır"!

Can Yücel