9 Ekim 2013 Çarşamba

BAYRAK

BAYRAK
1871'den Kalma Bir Fotoğraf...

Bu fotoğraf 1871’de çekilmiş bir fotoğraf.
Dönem, Osmanlı İmparatorluğu dönemi.
Daha Türkiye Cumhuriyeti ortada yok.
Mustafa Kemal Atatürk bile daha doğmamış.
Atatürk’ün Türkiye’yi kuracağını henüz bilen yok.
Vapurun arkasında dalgalanan bu günkü Türk Bayrağı.
Bunu niye mi yazdım?
Bugün bir gazetede okuyunca şaşırdım.
Bir gurup açıklama yapmış:
"Türk Bayrağına karşıyız !
Osmanlı Bayrağını görmek istiyoruz."
Zaten bugünkü Türk Bayrağı son Osmanlı Bayrağı...
Osmanlı imparatorluğunun 1844 yılına kadar resmi bayrağı yok.
O yıllarda Avrupa devletleri de kendilerine bayrak seçiyorlar.
1844 yılında ilk defa milli bayrağımız olmasına karar veriliyor.
O zaman bugünkü bayrak tasarlanıyor.
Dönem Sultan Abdülmecit dönemi.
Yani son altı Osmanlı padişahı bu bayrakla karşılanmış.
Cumhuriyet de aynı bayrağa devam etmiş.
Sadece kolay çizilebilmesi için yıldızı ortalamış.
Cumhuriyete karşı çıkmak için
sallıyorsunuz ama,
bari bu kadar cahilce sallamayın ! :(((

21 Eylül 2013 Cumartesi

AZİZ NESİN - MAAŞ ZAMANI

 MAAŞ ZAMANI

İnsanın sesini iyi kullanmasının gerekli olduğuna inanıyorum. Babamın anlattığına göre, çalıştığı fabrikanın sahibi de, sesini çok etkili kullanıyormuş. Babam, evimize gelen konuklara bunu sık sık anlatır. Gündeliklerini artırması için işçiler, ya da işçi mümessilleri, ustabaşıları, fabrika sahibine "Geçim sıkıntısı çekiyoruz, gündeliklerimizi arttırın." diye rica ederlermiş. Patron, onlara sesini titreterek, öyle yumuşacık, tatlı bir sesle bir şeyler söylermiş ki, kendi sesinin etkisinden önce kendi gözleri dolarmış. Ondan sonra artık işçiler gözyaşlarını tutamazlarmış. Patron ağlar, onlar ağlarmış. Bir zaman karşılıklı ağlaştıktan sonra, ne diyeceklerini de unutan işçiler dışarı çıkarlarmış. Neden sonra kendilerine gelir gibi olunca, "Yahu, patron bize ne söyledi de biz öyle ağladık?" diye birbirlerine sorarlarmış. Ama patronun ne dediğini hiçbiri hatırlayamazmış.

Bir seferinde babam, arkadaşlarına:

- Sıkı duracağım, ne söylerse söylesin ağlamayacağım.. Hem de gündeliğimi artırmadan yanından çıkmayacağım, ya da işten ayrılırım.. demiş.

Daha içeri girip de:

- Beyefendi... der demez, patronu:

- Zor, zor kardeşim.. Biliyorum, bu zamanda geçim zor. Hiç bilmez olur muyum? diye başlamış.

Bu sözlerde ağlayacak bir şey yok ama, kağıt üstünde yazılı olunca öyle, bir de bu sözleri sesini yerli yerinde titretmeyi bilen birisi söylesin, karşısında taş olsa dayanamaz, ağlar. Ama babam, ne olursa olsun, ağlamamak için kendini tutuyormuş. Başlamışlar konuşmaya...

- Kaç kişiye bakıyorsun?

- Beş kişi...

- Vah vah vah!..

O kadar çok ve o kadar acıklı vah vah demiş ki, babam nerdeyse kendini tutamayıp boşanacakmış. Ama dişlerini dudağına geçirip dayanmış.

- Çocukların okula gidiyor mu?

- Biri gidiyor, biri gitmiyor...

- Çok yazık! Demek birini gönderemiyorsun...

- Ufak da ondan, büyüyünce göndereceğim.

- Karına üç yılda bir manto da yaptıramazsın...

Babam:

- Yaptırıyorum, demiş.

- Karın hasta da üstelik, değil mi?

- Yoo, hasta değil!

- Değil ama kardeşim, olabilir. O zaman ne olacak? Vah vah vah.. Kim bakacak zavallıya? Doktor ister, ilaç ister.. Bunların hepsi para.. Nasıl ameliyat ettireceksin?

- Kimi?

- Çocuğunu...

- Ne ameliyatı beyefendi? Öyle bir şey yok..

- Yok ama, mesela.. Gerekse...

Babam yine de dayanacakmış ama, patron ağlamaya başlayınca babam da gevşemiş:

- Aman beyefendi, ağlamayın, ne olur.. Biz nasıl olsa oluruz, bir kolayına bakarız.. Allahaşkına ağlamayın! demiş ki ona bakıp kendini de ağlatmasın.

Babam bu olayı anlatırken hep şöyle der:

- O zamana kadar patronla neler konuştuklarımızın farkındayım. Ama ondan sonra sözün gidişini kaybettim. Patron acıklı sesle bir şeyler anlatıyor, ikimiz karşılıklı ağlaşıyorduk. Derken nasıl olduysa, kendi kendime, "Toparlanayım da, bakalım şu adam neler anlatıyor, bir dinleyeyim." dedim. Bir de dikkat ettim, ne anlatsa iyi? Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in Kerbela'da nasıl şehit edildiklerini anlatmıyor mu? Nasıl edip lafı Hasan-Hüseyin'e getirdi, hiç anlayamadım.

Babam, ağlaya ağlaya patronun yanından çıkmış.


AZİZ NESİN 

20 Eylül 2013 Cuma

AHMET ÇAVUŞ / Trikopis'in esir alınışı

(Trikopis'in esir alınışı)

AHMET ÇAVUŞ

Elmalıdağ'da Yunan Başkumandanı General Trikopis'i ve maiyetini tek başına esir eden Ahmet Çavuş, bir zamanlara kadar Afyonkarahisar hapishanesinde başgardiyan olarak çalışmakta idi. Yunan Başkumandanını nasıl esir ettiğinin hikâyesini şöyle anlatmıştır:- Keşif için üç kişi dağa tırmanmağa başladık. Yanımda saatli, tetikli, fitilli olmak üzere 11 bomba vardı. Arkamızdan da kırk kişi yollayacaklardı. Alaca karanlıkta tepenin bir boyun noktasına vardığımız zaman, 5 - 10 zabitin oturduklarını gördüm. Derhal bombalardan birisini yakalayarak, davranmayın, teslim olun, diye haykırdım. Hepsi, ellerini kaldırdılar. Arkadaşlarım da yanına gelmişlerdi. Ben önümüzde duran bir zabitin atını yularından yakalıyarak çektim. Sordular:- Ne kadar kuvvetiniz var? dediler.- Üç ordu, dedim. Tamamen muhasara altındasınız. Ya teslim olacaksınız, ya sizi gurup ateşine vereceğiz.- Hangi kıtaya kumanda ediyorsun? dediler.- Alay kumandanıyım, dedim. Rütbemi sordular?- Başçavuş... dediğim zaman hepsi hayret içerisinde kalmışlardı. Hayretlerini gidermek için devam ettim:- Bizde onbaşıdan fırka kumandanı bile var, dedim. Onlara, torbalarımızdan peksimet çıkararak verdik. Onlar da bize, bol bol sigara ikram ettiler. Ceplerimizi doldurduk. Biz onları böylece esir aldıktan epey sonra Kaymakam Hüseyin Hüsnü Beyle tabur kumandanımız Fuat Bey geldiler. Hüseyin Hüsnü Bey, esir zabitlerin içerisinden birisini, eliyle işaret ederek bana sordu:- Bu zabitin kim olduğunu biliyor musun?- Ne bileyim, dedim. Elin düşmanı... Babamın oğlu değil ya!... Fuat Beyin gözleri faltaşı gibi açılmıştı:- Trikopis, Trikopis, diye haykırdı. Yunan Başkumandanı... Trikopis'i Uşak'a kadar getirdik. Orada bana bir istiklâl madalyası yazdılar. Trikopis'in esvaplarını da bana hediye ettiler. Geçen seneye kadar bu esvapları giyerdim. Şimdi bunlar azıcık eskidi. Sokağa pek gelmiyor. Evde saklıyorum.

18 Eylül 2013 Çarşamba

BİR KIZILDERİLİ KİTABESİNDEN

BİR KIZILDERİLİ KİTABESİNDEN :

Yalan
Tohumdur.
Bire kırk verir.
Verdiği kırkın her biri bir tohumdur ki
o da bire kırk verir.

*
Bilgi de tohumdur.
Bire yüz verir.
Verdiği yüzün her biri
Bir tohumdur ki;
sana bilgelik, torunlarına da ilham verir.

*
Zekâ
Sudur.
Tohumları yeşertir.
Yalanı da bilgiyi de.

*

Yetenek
Topraktır.
Ne ekersen onu biçersin
Ekmezsen üzerinde ayrık otları biter.

*
Emek
Güneştir.
Tohuma da suya da toprağa da hayat verir...

*

Şans
Doğal gübredir.
Boktan bir şeydir yani.
Ne zaman nereye düşeceği belli olmaz.
Kilimine düşerse kirletir. Desenini değiştirir.
Her şeyi bok eder.
Oysa toprağına düşerse besler.


KAYNAK : ZEYNEP ORAL - CUMHURİYET, 8 EYLÜL 2013

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Doğan Cüceloğlu / Çocuk Ne Yaşıyorsa Onu Öğrenir

Çocuk Ne Yaşıyorsa
Onu Öğrenir

Eğer bir çocuk sürekli eleştirilmişse,
Kınama ve ayıplamayı öğrenir.

Eğer bir çocuk kin ortamında büyümüşse,
Kavga etmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk alay edilip aşağılanmışsa,
Sıkılıp utanmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk sürekli utanç duygusuyla eğitilmişse,
Kendini suçlamayı öğrenir.

Eğer bir çocuk hoşgörüyle yetiştirilmişse,
Sabırlı olmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk desteklenip, yüreklendirilmişse,
Kendine güven duymayı öğrenir.

Eğer bir çocuk övülmüş ve beğenilmişse,
Takdir etmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyütülmüşse,
Adil olmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk güven ortamı içinde yetişmişse,
İnançlı olmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk kabul ve onay görmüşse,
Kendini sevmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse,
Bu dünyada mutlu olmayı öğrenir.

Çeviri: Doğan Cüceloğlu

DURUM

DURUM : Bir tavuk, bir yolda karşıdan karşıya geçer.

SORU : Tavuk karşıdan karşıya niçin geçer?

YANITLAR:

RENE DESCARTES:
Yolun öbür tarafina geçmek için.

EFLATUN:
İyiliği için, Gerçek, öteki taraftadır.

ARISTOTELES
Karşıdan karşıya geçmek tavuğun doğasıdır.

KARL MARX
Tarihsel olarak kaçınılmazdı.

HIPOKRATES
Pankreasının aşırı salgısı yüzünden.

MARTIN LUTHER KING JR.
Tüm tavukların nedenini açıklamak zorunda kalmadan özgürce karşıdan karşıya geçtikleri bir dünya düşlüyorum.

RICHARD M. NIXON
Tavuk karşıdan karşıya geçmedi. Tekrar ediyorum, tavuk asla yolun karşısına geçmedi.

SIGMUND FREUD
Tavuğun karşıdan karşıya geçmesiyle ilgilenmeniz, sizde güçlü bir cinsel güvensizlik duygusunu ele vermektedir.

BUDA
Bu soruyu sormak, sizin kendi tavuk doğanızı inkar etmektir.

GALILEI
Oysa tavuk karşıdan karşıya geçiyor...

CHARLES DE GAULLE
Tavuk belki yolun karşısına geçti, ama otoyolun karşısına henüz geçmedi.

EINSTEIN
Tavuğun yolun karşısına geçmesi ya da yolun tavuğun ayakları altında yer değiştirmesi, tümüyle sizin gösterdiginiz referansa bağlıdır.

BILL CLINTON
Anayasa üzerine yemin ederim ki bu tavukla aramda hiçbir sey geçmemiştir.

GEORGE W. BUSH
Tavuğun bu yolda BM kararlarına rağmen cezalandırılmadan karşıdan karşıya geçmesi, demokrasiye, özgürlüge ve adalete kafa tutmaktır. Bu durum, yolu bizim çoktan bombalamış olmamız gerektiğini göstermektedir.

SÜLEYMAN DEMİREL
Tavuk geçmişse geçmiş, geçmemişse geçmemiştir.

TANSU ÇİLLER
Bu memleket için karşıdan karşıya geçen tavuk da bizimdir, üstünden geçen traktör de bizimdir.

BÜLENT ARINÇ
Tavuğun karşıdan karşıya geçmesi çok manidardır.

R. TAYYİP ERDOĞAN
Ben tavuklu sandviç de satmıştım.

ABDULLAH GÜL
Hayır, bana böyle bir bilgi verilmedi ama karşıdan karşıya geçtiyse hükümet gereğini yapar.

29 Haziran 2013 Cumartesi

Montaigne / DOSTLUK BAĞLARI

DOSTLUK BAĞLARI

Karı koca arasındaki sevginin, arada bir ayrılmakla gevşeyeceğini sanırlar. Bence hiç de gevşemez. Tersine, fazla sürekli bir beraberlik bu sevgiyi soğutur, bozar. Uzaktan her kadın insana hoş gelir. Herkes kendi hayatından bilir ki, her gün birbirini görmenin tadı başka, ayrılıp kavuşmanın tadı başkadır. Ayrılıklar benim yakınlarıma sevgimi tazeler, ev hayatımın tadını artırır. Değişiklik, arzularımı bir o yana, bir bu yana sürtüp kızıştırır. Dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir ucundan bir ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur. Hele karı koca dostluğunda, uzun bir iş ortaklığı dolayısıyla bizi birbirimize çekecek, hatırlatacak nice bağlar vardır.

Gerçek dostluğun ne olduğunu bilirim; bildiğim için de dostumu kendime çekmekten çok, kendimi ona veririm. Ona iyilik etmeyi onun bana iyilik etmesinden daha çok istemekle kalmam; kendine her edeceği iyiliğin bana da iyilik olmasını isterim. Bana en büyük iyiliği kendine iyilik ettiği zaman etmiş olur. Bir yere gitmek ona hoş geliyor, yahut bir işine yarıyorsa, uzakta olması bana yanımda olmasından daha tatlı gelir. Kaldı ki haberleşmek olanağı varsa insan ayrı düşmüş de sayılmaz. Ben vaktiyle dostumdan ayrılmada yarar bile buldum. Birbirimizden uzaklaşmakla hayatımızı daha fazla doldurmuş, olanaklarımızı genişletmiş oluyorduk. Başka başka yerlerde, o benim için yaşıyor, keyfediyordu, ben de onun için. 

Hayatın tadını bir aradaymışız gibi çıkarıyorduk. Hatta bir aradayken birimizden biri işsiz kalıyordu. O kadar kaynaşmıştık ki ayrı ayrı yerlerde olmakla anamızdaki gönül birliği bir kat daha zenginleşiyordu. 

Montaigne / Denemeler

9 Mayıs 2013 Perşembe


Sokrates bir ev yaptırmış nasılsa,
Eş dost başlamış kusur bulmaya.
Kimi içini beğenmemiş,
Kızmayın ama,demiş
Şanınıza lâyık değil odaları.
Kimi cephesine çatmış,
Karşıdan görünüş berbatmış.
Hepsine göre de çok darmış bu ev.
Kim sığarmış bu kulübeye?
Koca filozof: Ah demiş, keşke bu evin alabileceği kadar
Gerçek dostum olsa!
Sokrates' in sözü yerinde,
Bir ev dolusu gerçek dost nerede?
Sözde herkes dost, ama gel de inan...
Dosttan bol şey de yok dünyada,
Dosttan az şey de !..

La Fontaine

12 Nisan 2013 Cuma

Konfüçyüs'e sordular:
- Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu?

Büyük filozof, şöyle cevap verdi:
- Hiç kuşkusuz, dili gözden geçirmekle işe başlardım.
Şöyle ki:
- Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz.
Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz.
Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur.
Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez.
İşte bunun içindir ki dil, çok önemlidir!

11 Mart 2013 Pazartesi


BİZE GÖRE MUTLULUK

     Zenginlik bize ne iyilik eder, ne kötülük. Her ikisi için de malzeme verir bize. Ondan daha güçlü olan ruhumuz dilediği gibi bu malzemeyi evirir çevirir ve kullanır; mutlu ya da mutsuz oluşunun tek nedeni ve sorumlusu kendisidir.
     Dış varlığımız tadını ve rengini iç varlığımızdan alır; nasıl ki giysilerimiz bizi kendi sıcaklığıyla değil bizim sıcaklığımızla ısıtırlarsa. Onları soğuk bir bedene giydirirseniz, soğukluğu korur ve besler. Kar ve buz öyle saklanır.
     Hiçbir şey kendiliğinden, ne o kadar üzücüdür ne de zor. Bizim gevşekliğimiz, güçsüzlümüzdür ona bu niteliği veren. Büyük ve yüksek şeyleri görebilmek için onlara göre bir ruhumuz olması gerekir; yoksa kendi çamurumuzu görürüz onlarda. Doğru bir kürek suda eğri görünür. Önemli olan bir şeyin görülmesi değildir yalnız, nasıl görüldüğü de önemlidir.

Montaigne / Denemeler

24 Şubat 2013 Pazar

Japonlarda Din Kitabı ve Peygamber Yok

Japonlar herhangi bir din kitabı ve peygamberi olmayan bir toplum! 

Bizde gündeme getirip tartışan yok ama, Batı dünyası, hele de Katrina kasırgasının ardından yaşadıklarını unutmayan Amerikalılar şaşkınlıkla izliyor Japonları.
Aslında en çok bizim üzerinde düşünüp tartışmamız lâzım.
O kadar büyük bir felâket yaşadılar, görüntülerde başı kesik tavuk gibi sağa sola saldırırcasına koşuşan yok. 
Salya sümük ağlaşıp Nerede devlet? Yardım isteriz, şunu isteriz, bunu isteriz diye cazgırlık eden yok.
Yardım dağıtım noktalarına saldıran yok. 
Raflarında çok sınırlı miktarda mal kalmış olduğunu bilmelerine karşın dükkânlar önündeki kuyrukları bozup da cam çerçeve kırarcasına kapılara saldıran da yok, yağmalamanın görülmemesi, Katoliklere ait bir web sitesinde "Japonlar Hristiyan olmamasına karşın nasıl bu kadar ahlâklı olabiliyor?" sorusu ortaya atılmış. O soruyu sormak Hristiyanlara mı düşer? Sorsak biz sorarız. Gerçekten, peygambersiz ve kitapsız Japon toplumu nasıl bu kadar üst düzey insanî nitelikler gösterebiliyor?
Bir uzmanın açıklaması şöyle: 
Japon ahlâkı, günah ve günah anlayışından kaynaklanan korkuya değil, çevreden utanma temeline dayanır.

Örf ve Ananeye dayalı asla vazgeçmedikleri aile terbiyesi . 
Ahlâklı olmak için asgariden bir adet peygamber bir adet de din kitabı gerekmediğini uygulamalı olarak ispatladılar.



20 Şubat 2013 Çarşamba

Doğan Cüceloğlu / Dilenciye Verilen Bir dolar

Dilenciye Verilen Bir dolar

Tatil için gittikleri beldede çocuklarıyla yürürken dilenci babadan para istiyor. Baba cebinden bir dolar çıkarıyor ve vermeden önce, “Umarım sana yararlı bir şey için harcarsın; senin duruşun, bakışın istersen bunu yapabileceğini gösteriyor,” diyor. Dilenci “Allah senden razı olsun, karnım aç, bu parayla kendime ekmek alacam,” karşılığını veriyor. Baba, “Sana inanıyorum ve sana iyi bir gün diliyorum,” deyip oradan uzaklaşıyor.

Bir süre sonra, 14 yaşındaki kızı, “Baba, adam sana yalan söylüyor; ben anladım, sen anlamadın mı? O parayla gidip ucuz şarap alacak ve içecek. Sen o adamın alkolik kalmasına yardımcı oluyorsun, bunu nasıl yapabilirsin?” diye soruyor.

Babası, “Evet, kızım haklı olabilirsin. O adam muhtemelen gidip içki alacak, ama her zamanki kadar rahat alamayacak, bir yerinde biraz rahatsızlık duyacak. ”diyor.

Sonrasında aralarında şöyle bir konuşma geçiyor:

- Bunun ne önemi var baba, netice itibariyle yine bir şarapçı olarak sokaklarda dilenmeye devam edecek. Sen verdiğin parayla onun şarap içen ve sokakta yaşayan bir adam olmasına yardım etmiş oluyorsun.

- O insanın kaybettiği şeyin ne olduğunun farkındayım. O insan, kendi gözünde itibarını kaybetmiş. Kendi gözünde onurunu geri kazanıncaya kadar bir gayret göstermeyecektir. Gördüğün gibi ben onun gözüne bakarak konuştum, para verirken onu konuşulacak, dikkate alınacak, değer verilecek, gözüne bakılacak haysiyetli biri olarak gördüm ve bunu sözümle ve tavrımla ifade ettim. Ve bu o bir dolardan çok daha önemli bir hediyedir.

- Ama ne işe yaradı ki?

- Siz gördünüz ve şimdi bu konuşmayı yapıyoruz. Günde beş kişi o insanın gözüne baksa ve gerçekten ona haysiyetli bir insan gibi davransa, zaman içinde o kişi, kendine saygı duyar ve ona göre bir hayat oluşturur. Hayat öyküsünün bir yerinde, çok muhtemelen çocukluğunda ya da ergenliğinde, onun doğuştan hakkı olan onuru ondan çalındı. Onurunu kaybetmiş bir insanın içi boştur; iç boşluk insana çok çok acı verir; o bunu şarapla unutmaya çalışıyor.

- Yani ben sokaktaki dilencilere onurlu insanlarmış gibi mi davranayım?

- Sokaktaki dilenci olsun ya da olmasın, bilmeni istediğim şu: Bir insana verebileceğin en değerli şey, onu itibarlı, onurlu, değerli biri olarak görmendir.

- Peki, bundan benim kazancım ne?

- Her insanın doğuştan Allah vergisi olan onuruna saygı duyduğun zaman kendi özüne olan saygın sağlamlaşır. Hiç kimse senin onurunu senden çalamaz.

Baba on dört yaşındaki kızı ile konuşurken sekiz yaşındaki oğlu ve on yaşlarındaki kızı da bu konuşmayı dinlemekteydiler.

Ertesi gün, sekiz yaşındaki oğlu, “baba bugün bana biraz daha fazla harçlık verir misin”, diye sorar. Baba “ne kadar fazla” diye sorduğunda, “bir dolar”, cevabını alır. Baba çocuğun istediği parayı verir.

Büyük kız, erkek kardeşinin bir sokak dilencisiyle yapmış olduğu konuşmayı babasına akşam şöyle anlatır: “Dilenciye yaklaştı ve ‘İyi günler Bayım; size bir dolar vermek istiyorum, kabul eder misiniz?’ Şaşkınlıkla çocuğa bakan dilenci, elini uzatınca, ‘Bu parayı yararlı bir şey için harcayacağınıza inanıyorum. Sizin iyi bir insan olduğunuzu gözlerinizden anlıyorum. Size inanıyorum ve size iyi bir gün diliyorum,’ dedi ve parayı verdi.”

Baba soruyor, “Peki, adam ne yaptı?”

“Onun için anlatıyorum, Baba, inanamazsın; adam para elinde heykel gibi orada bir süre dondu kaldı. Biz yürüdük, gittik. Bir süre sonra geri dönüp baktığımda, onu yere çömelmiş ve başını iki elinin arasına almış vaziyette gördüm. Çok etkilenmişe benziyordu.”

Bu anlattığım Shmuley Boteach’ın çocuklarıyla başından geçmiş gerçek bir öykü¹ . Bu yazıyı yazarken kendi başımdan geçen bir olayı hatırladım: Los Angeles’ta bir yaz sabahı deniz kıyısında kumsalda yürüyüşte parkta gecelemiş iki “evsiz” gördüm ve onlara para vermek istedim. Yanlarına gittim ve her birine 10’ar dolar vermek istediğimi ve lütfen kabul etmelerini söyledim. İnanamaz gözlerle, ‘nereden çıktı bu, neden?’ gibime yüzüme baktılar. “Sabah sabah gidin sıcak bir çorba için,” dedim. Yüzüme tuhaf tuhaf baktılar ve biri, “Çorba yerine sıcak kakao içsem, olur mu?” diye bana sordu.

O zaman iki şeyin farkına vardım: Bir, Amerika’da sabah kahvaltısında çorba içmek geleneği yoktur ve iki, sıcak kakao içmek için adam benden izin istiyor, bana karşı dürüst davranmak istiyor, söz verip sözünü tutamaz duruma düşmek istemiyor.

Onurlu bir insanla konuşmuştum; şimdi daha iyi anlıyorum.

Alıntı: Doğan Cüceloğlu (18/02/2013)
Shmuley Boteach, 10 Conversations You Need To have With Your Children, Regan Books, 2006. (s. 90-91)

9 Şubat 2013 Cumartesi

Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika'ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık. Han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Milletin derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer!

Sabahattin Ali
 

5 Şubat 2013 Salı

Can Yücel / Aşklar da Ayakkabılar Gibidir

Aşklar da Ayakkabılar Gibidir

Bedenin yükünü ayaklar taşır, ruhun yükünü yürekler... 

Bütün ağırlığınızı ve yorgunluğunuzu kaldıran ayaklarınız için rahatlığı ve şıklığı bir arada barındıran ayakkabıyı seçersiniz. 

İçinizin acılarını,sıkıntılarını,kırgınlıklarını ve hayallerini yüklenen yüreğiniz için de huzur verici ve "güzel" bir aşk ararsınız.

Zaten aşklar da ayakkabılar gibidir...

Bazıları çamur yağmur, toz toprak kar buz gibi her türlü "kötü hava" koşullarına dayanıklıdır.

Bazıları ise ummadığınız kadar kısa zamanda çabucak "yamulur" ilk yağmurlu havada "altı açılır" veya güzel havalarda bile "iki günde bozulup" gider.

Aşkları da ayakkabılar kadar "itinayla" seçmezseniz,tıpkı ayağınızda olduğu gibi yüreğinizde "nasır" oluşabilir.

Dar gelen bir ayakkabıyı sadece tarzını beğendiğiniz için "zamanla açılır" diyen satıcıya inanarak alırsanız, zaman içinde ayak kemiklerinizde "deformasyon" başlar.

Ruhunuzu daraltan bir aşk içinde yalnızca fiziksel beğeniye kapılıp "zamanla düzelir" diyenlere kanarsanız, yine zamanla içinizdeki olumlu duyguların "çarpıldığını" görebilirsiniz.

Aşık olabileceğiniz insan türü, tıpkı ayakkabılar kadar değişik stillerde, farklı kalitelerde ve sayısız "renktedir"...

Aşkı bir çeşit serüven olarak "spor" gibi yaşayanlar, aynen "spor ayakkabı" gibi dikkat çekici ve rahat kişileri bulurlar.

Tersine aşkta tutucu ve istikrarlı olmayı benimseyenler "klasik ayakkabı" gibi muhafazakar çizgiler taşıyanlara tutulurlar.

Dekolte ayakkabılar gibi sadece cinsellik ve eğlence zevkleriyle ateşlenen aşklar vardır.

"Bez" ayakkabılar gibi kısa ömürlü "tatil aşkları" ise hemen herkesin kişisel tarihinde mevcuttur.

"Marka" ayakkabı alır gibi, sevgilinin kariyerine ve maddi durumuna "tutulan" aşıklar görürsünüz.

Katı plastikten "yağmur çizmesi" edinir gibi mantık süzgecinden geçirip "işe yarar" biçimde yaşamak isteyenleri de bilirsiniz.

Ayrıca ne tuhaf ki, psikolojik testlerde "zaafı" olup evine sayısız çeşitte ayakkabılar yığan insanların aynı
zamanda "değişik" türde aşklara da zaafı olduğu söylenir.

Evet, aşk "ayakkabıdır".

Aynen ayakkabınıza bakım yapmayıp "hor" kullandığınız zaman kolayca eskittiğiniz gibi, aşkınıza da dikkatli davranmayıp özen göstermediğiniz zaman kısa sürede "eskitirsiniz".

Ve nasıl ki "delik" bir ayakkabıyı tamir ettirdiğinizde yalnızca "bir miktar" ömrünü uzatmış olursanız; "delik" bir aşkı onarmaya kalkıştığınızda da "asla eskisi gibi olmayacaktır"!

Can Yücel

28 Ocak 2013 Pazartesi


Eflatun’a iki soru sormuşlar.

Birincisi; “İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları nedir?”

Eflatun tek tek sıralamış:

- Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler…
- Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler, sonra sağlıklarını geri almak için para öderler…
- Yarından endişe ederken bugünü unuturlar. Dolayısıyla ne bugünü ne de yarını yaşarlar…
- Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler…

Sıra gelmiş ikinci soruya; “Peki sen ne öneriyorsun ?”

Bilge yine sıralamış:

- Kimseye kendinizi “sevdirmeye” kalkmayın! Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi “sevilmeye” bırakmaktır…
- Önemli olan; hayatta “en çok şeye sahip olmak” değil “en az şeye ihtiyaç duymaktır”.

27 Ocak 2013 Pazar

İlkçağlarda Sparta Krallığı yapan Agesilaus'a sormuşlar :
-  Doğruluk mu daha büyük meziyettir, yiğitlik mi? 

Agesilaus cevap vermiş:

- Bütün insanlar doğru olsaydı, yiğitliğe ne lüzum kalırdı ? 

Agesilaus

11 Ocak 2013 Cuma

Bir kadın bakıyor pencereden,
Mutsuz.

Bir adam geçiyor karşı kaldırımdan,
Umutsuz.

Aşk tam ortada duruyor.
Adam bakıyor.

Kadın ağlıyor,
Aşk, geçip gidiyor...

Dostoyevski